İlkeler

İnsan doğasına dair çeşitli kavramlar, bireysel davranışlardan toplumsal ilişkilere ve kurumsal yapılara kadar sosyal gerçekliğimizin önemli yönlerini şekillendirir. İnanıyoruz ki, insanın gerçeği onun ruhudur ve ruhun cinsiyeti yoktur. Erkekler ve kadınlar, dünyadaki yaşamlarının bazı yönlerini inkâr edilemeyecek bir şekilde etkileyen fiziksel farklılıklar gösterirler. Fakat özleri itibariyle kadınlar ve erkekler farksızdır çünkü insanı insan yapan şey- yani insanın özünde var olan yüce yaratılış ve asillik- ne kadın ne erkektir. Bilgiye susamışlık, amaç arayışı, sevme, yaratma ve sebat etme gibi insan varlığının özellik ve kapasitelerinin cinsiyeti yoktur.

Bedenlerimiz, yani diğer bir deyişle cinsiyetimiz, sadece dünyayı deneyimlediğimiz bir araçtır ve bu sonlu yaşamın bir gerçeğidir. Yaşamına bu dünyada başlayan insan ruhu ise sonsuzdur ve yolculuğuna maddi alemden sonra da devam eder. Maddenin ve fiziksel dünyanın sınırlandırmalarıyla çevrelenemeyen insan ruhu maddenin üstüne yüceltilmiştir.

Bireysel ve kolektif kimlik—kim olduğumuza ve dünyaya nasıl uyum sağladığımıza dair duygumuz—insan olarak sosyalleşmemizin önemli bir yönüdür. Hayatta nasıl bir amaç edindiğimize ve başkalarıyla ilişkilerimizi nasıl algıladığımıza sıkı bir biçimde bağlıdır. Medeniyetler kurma sürecinde, dikkate değer bir etken, gerçek ya da hayali farklılıkların ötesine geçen kimlikler oluşturmak üzere insan tarafından gösterilen kapasite olmuştur. Irk, cinsiyet, milliyet ve etnik köken gibi kalıplaşmış yapılar genellikle insanları tanımlamak ve onları gruplara ayırmak için kullanılmaktadır. Bugün etrafımızda gördüğümüz derinden parçalanmış toplumsal gerçeklik kısmen bu dar kimlik yapılarının ve beraberinde getirdiklerinin bir sonucudur.

Kadın erkek eşitliğini hayata geçirmek isteyen olgun bir toplumun, insanlığa güzellik ve zenginlik kazandıran bu ikincil kimliklerin ötesine geçip herkesin ortak olarak paylaştığı asil ve kapsayıcı gerçekliğimiz olan insan kimliğine odaklanması gerektiğine inanıyoruz. Bunu yaptığımızda sahip olduğumuz farklılıkların çatışma ve ayrılık sebebi olmadığını, aksine bu çeşitliliklerin birbirini bütünlediğini ve beraber yaşamayı mümkün kıldığını en iyi insan bedeni örneğine bakarak görebiliriz.

İnsan bedeni benzetmesi, kadın ve erkek olarak sahip olduğumuz fiziksel ve işlevsel farklılıklara rağmen insan ailesinin üyeleri olarak birbirimizin rakibi değil tamamlayıcısı olduğumuzu göstermektedir. Beden içerisinde, olağanüstü çeşitlilikte şekilleri ve görevleri olan milyonlarca hücre insanın varlığını mümkün kılmak için birlikte çalışmaktadır. Hem bireysel görevleri için hem de bütünün büyüyüp gelişmesi ve refahı, mutluluğu ve sağlığı için neye ihtiyaç duyarlarsa vermekte ve almaktadırlar. Hiç kimse bedenin daha iyi görev yapabilmesi için onun tüm hücrelerinin aynı olması gerektiğini savunmayacaktır; böyle bir aynılık, bedeni var olması için gerekli karmaşık görevlerden herhangi birini yerine getiremez kılacaktır. İnsan bedeninin görev yapmasını yöneten prensip çeşitlilik içinde birliktir. İnsan toplumunu da benzer bir biçimde düşünmek mümkündür. İnsanlık tek bir vücuttur ve birbirinin tamamlayıcısı olan kadın ve erkekler bu çeşitlilik içinde birliğin koruması ve sürdürülmesi için omuz omuza çalışmalıdırlar.

Günümüzde kadın erkek eşitsizliğinin nedeni ile ilgili birçok farklı görüş öne sürülmektedir. Cinsiyet eşitliği, insan gerçeğinin bir boyutudur ve neden uygulamada olmadığı önemli bir sorudur. Kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik kadın doğasından kaynaklanmaz, sadece ve tamamen eğitim eksikliğinden kaynaklanır. Kadınların sosyal ve ekonomik denklemde erkeklerle eşit kapasite geliştirmesi ve eşit öneme sahip olması için kadın ve erkeklerin eğitiminde hiçbir farklılık olmamalıdır. Kadınlara çağlar boyu insan ailesinin aşağı bir üyesi gibi davranılmış ve erkeklere tanınan hak ve ayrıcalıklardan ve özellikle eğitim imtiyazlarından tarih boyunca kadınlar mahrum bırakılmışlardır. Gelişimin temel taşı olan bilgiye erişimi engellenen birey hiçbir gelişme gösteremez. Öyle ki kadınların gelişmemesinin ve yeteneklerini açığa çıkaramamasının nedeni eşit eğitim ve fırsatlara sahip olmamasıdır. Aynı fırsatlar sunulduğunda, kadınlar şüphesiz ki yetenek ve kapasitede erkeklerin sahip oldukları mevkilere ulaşacaklardır. Zira erkekler ve kadınlar sosyal haklar yönünden eşittirler, birbirlerinden hiçbir üstünlükleri yoktur. Hepsi insandır. Ancak eğitime ihtiyaçları vardır. Eğer kadınlar erkekler gibi eğitim görseler kuşkusuz arada bir üstünlük kalmayacaktır.

Kültür, toplumun tarihsel süreç içinde ürettiği ve kuşaktan kuşağa aktardığı her türlü maddi ve manevi özelliklerin bütünüdür. Toplumun yaşayış ve düşünüş tarzıdır ve toplumun kimliğini oluşturur. Diğer bir deyişle en geniş anlamda kültür, dünyayı yorumlama şeklimizdir.

Varlık âleminde çok değerli saydığımız ve ortak emanet olarak gördüğümüz genetik çeşitlilik gibi yerel kültürel çeşitlilikten kaynaklanan zenginlik ve güzellik de bugün artık çok daha fazla takdir edilmektedir. Fakat kültürel özelliklerin birçoğu, bireysel ve toplumsal yaşamımızı güçlendirip beslese dahi bazılarının bireyin ve medeniyetin gelişmesine hiçbir katkı sunmadığını, hatta tam tersi engellediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Dünyanın birçok yerinde kültürün etkisi ile kadınlara ve erkeklere kim oldukları, doğalarının ne olduğu ve mutluluklarına ve içlerindeki potansiyelleri kullanmalarına nelerin yardımcı olduğu hakkında yanlış düşünceler empoze edilmektedir. Onların doğuştan var olan asil doğaları ve potansiyelleri inkâr edilmektedir. Bunlardan en çok etkilenenler ise toplumun en savunmasız konumunda bulunan kadınlar ve kız çocuklarıdır. Kadınlara uygulanan şiddet, kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmesi, kadının cinsel bir obje olarak metalaştırılması, kız çocuklarının eğitim haklarından mahrum edilmesi, kadının daha aşağı bir varlık olarak görülmesi ve bunun dilimize yansıması gibi birçok sakıncalı ve zararlı inanış ve uygulama kültür adına meşrulaştırılmaktadır.

Kültürümüzü oluşturan normlar, düşünme ve davranış biçimleri, yıllar boyunca içimize öyle yerleşmiştir ki sıklıkla bunları sorgusuz sualsiz kabullenme eğilimindeyizdir. Fakat belli bir kültür içine doğduğumuzu ve bu kültürün bizim düşünme ve yaşam şeklimizi belirlediğini söylemek, insan iradesinin kültür oluşturmadaki ve yeniden yaratmadaki rolünü zayıflatmamalıdır. Böylesi bir değişimin ilk adımı insanın kendi kültürünü analiz etmesi ve sorgulamasıdır. Zira kültür, toplumun değer ve normlarını incelediğimiz tek mercek olarak yüceltildiği zaman kültürlerin baskıcı ve zararlı etkilerinin üstesinden gelmenin yolu bulunamaz ve bu da adaletsizliğin sürüp gitmesine ve kültür oluşturmadaki iradenin felcine yol açar.

Kadın ve erkeğin adil ve müreffeh bir toplumda birlikte var olabilmesi ve omuz omuza medeniyeti ileriye taşıyabilmesi için benimsediğimiz, değer verdiğimiz ve hayata geçirdiğimiz kültür öğeleri insanlığın bugünkü gelişmişlik seviyesi ile ahenk içinde olmalıdır. Bireyi besleyen ve toplumun dokusunu güçlendiren kültür özelliklerini yüceltmeye ve geliştirmeye gayret ederken, geçmişten gelen ve sadece kültürümüz olduğu için kabul edilen fakat topluma ve bireylere –özellikle kadınlara ve kız çocuklarına– asırlardır zarar veren kültür öğelerini terk etmeye hazır ve istekli olmalıyız.

Dünya tarihine bakacak olursak geçmişte barışın, hep bir güç savaşıyla kurulmaya çalışıldığını görebiliriz. O dönemlerde dünya daha ziyade fiziksel güçle yönetiliyordu ve bedensel doğaları gereği erkekler, bu güce kadınlara nazaran daha fazla sahip oldukları için hep barışın kurucuları olarak görülmüş ve bu güçle kadın cinsi üzerinde hâkimiyet kurmuşlardı. Ancak insanlığın, olgunluk çağına adım attığı bu zamanın gerekleri değişmekte ve fiziksel gücün yerine akli uyanıklık, sezgi, sevgi, fedakârlık ve başkalarının yararı için çıkarsız hizmet gibi, kadın cinsinde daha güçlü olan birçok özellikler günümüzde artık daha fazla itibar ve önem kazanmaktadır.

Kadın bu özellikleri gereği doğal olarak savaşa karşı olup barışın savunucusudur. Çocukları büyütüp yetiştiren, onlara eğitimin ilk prensiplerini veren ve onlar için hayatın her anında özenle emek veren annelerdir. Oğlunu yirmi yıl şefkatle olgunluk çağına kadar yetiştiren bir anne kuşkusuz ki oğlunun savaş meydanlarında öldürülmesine rıza gösteremez. O halde kadın, kontrol mekanizmalarına ve yönetim süreçlerine tam katılıp eğitim, hak ve imtiyazlarda erkek ile eşit derecelere yaklaştıkça, savaşa kesinlikle son verecektir, zira kadın, doğal olarak evrensel barışın en sadık ve güçlü savunucusudur.

İnsanlığın olgunluk evresinin gereklerini yerine getirmek, ahenkli ve barış içinde bir yaşam oluşturmak istiyorsak, kadınların tüm haklarda ve fırsatlarda eşitliğe ulaşması kaçınılmazdır. İnsanlığın nihai hedefi kadın erkek eşitliği ile sınırlı olamaz; daha ziyade dünya barışının kurulması için çalışıyor olmalıyız ki bu hedef için, kadın erkek eşitliği ulaşılması gereken öncelikli ilk koşuldur. Eşitlik olmadan, savaşın ortadan kaldırılmasının ve barışın kurulmasının imkânsız olduğuna inanıyoruz zira her türlü ayrışma ve fark, geçimsizliğe ve çatışmaya yol açar. Ayrışma ölüm, birleşme ise varlık sebebidir.

Ancak kadınlar insani uğraşların tüm alanlarında tam ortaklığa kabul edildiğindedir ki uluslararası barışın ortaya çıkabileceği ahlaki ve psikolojik ortam yaratılmış olacaktır.

-Bahai Yazıları